Ruha Dokunmak

Ruha Dokunmak

Ruha Dokunmak

Ruha Dokunmak

Ruha Dokunmak
23 Mart 2010 - 10:14


MİSAFİR KALEM


 


Görkem Evci
gorkem.evci@boun.edu.tr


Müzik, insan ruhunu çepeçevre sarıp, onu kuşattıktan sonra bir koruyucu tabaka gibi insanı dış dünyanın bütün seslerinden ve görüntülerinden alıp, başka âlemlerdeki başka manzaralara götüren; ruhu, bir rüzgârın perdeye değip, perdede dalgalar oluşturması ve rüzgârın  zaman zaman hızlanması ile perdenin iyiden iyiye uçması, rüzgârla dolup dans etmesi gibi bir hal ile rahatlatan, seslerin sihirli birlikteliğinin adıdır. Ya da öyleydi bir zamanlar.
Müzik zevkimiz yerini günbegün zevksizliğe bırakıyor. Rüzgârın ahengini, suyun damlayışını yahut akışını, bir atın rahvan adımlarıyla gidişini hatırlatan mûsikimizi bıraktık, onun yerine ne idüğü belirsiz, ahenkten ve sesten yoksun, sadece gürültüye dayanan garip sesler duymaya başladık.
Hele bir sokağa çıkmaya görün! Sağdan soldan gelen müzik sesleri, dükkânlardan taşan müşteri çekmek için kullanılan müzik demeye dilin hicap duyacağı gürültüler bir anda kulaklarınızdan girip, ruhunuza ulaşıyor. Bizi başka âlemlere götürmesini beklediğimiz, büyüleyici ışıltılar saçarak ruhumuzu aydınlatacağını sandığımız müzik, aniden en ilgisiz bir anda ruhta sıkıntılı anlara sebebiyet veriyor. İstenmeyen kaba seslere maruz kalmış olunuyor. Müziğe maruz kalmak... Bunu bir asır evvel musikinin üstadlarına söyleseydik bizleri azarlarlardı sanırım. Ama o hale geldik ki neredeyse bir işkence aracı müzik.
Sanat ve halk müziğimizin zaten esamesi okunmuyor. 1970´lerdeki, 80´lerdeki seslere dahi hasret kaldık. Sözleri anlam içeren, müziği gürültülerin arasında kaybolmamış, yalın bir müzik devri geçirmiş idik o dönemlerde. Lakin bugüne baktığımızda, şarkı sözlerinin anlamsızlaştığını, müziklerin ise elektronik çağa kurban gidip, mekanikleştiğini duymamak imkânsız.
"Çok insan anlayamaz eski mûsıkîmizden / Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden." Demişti ezan dolu semtlere özlemini haykıran Yahya Kemal. Semâyı örten bir ruhtan, ruhun ufuklarından, sâdâ ve nur akınlarından bahsediyordu Yahya Kemal eski musıkîmiz deyince. Münir Nureddin´in su gibi sesi ile "aziz İstanbul´un" bir tepesinden bakmayı özlüyorduk biz de. `Dönülmez akşamın ufku´na doğru gidince dönmek istemiyorduk bir daha. Kalamış´tan bir tatlı huzur almakla kalmıyorduk sadece, yâdımızdan huzurlu hatıralar da alıyorduk, dudağımıza müstehzi bir tebessüm konuyordu fark etmeden. Aya çıkıyorduk, sonra inip aheste aheste kürek çekiyorduk Boğaz´ın serin sularında. Kâh bir rüzgârla esip gelen türküye teslim oluyorduk sonra, kâh bir anıya.
İçten, doğal, yaşanmış sözlerle bezeli, yüreği yanan ozanların türküleri ile aynı acıyı hissederiz yüreklerimizde. Uzun hava yükselir bir yandan, bir yandan 9/8´lik ritimlerle Trakya´nın neşesi duyulur. Ege´nin sıcak nefesi, efelerin sesi ile dolanır türkülerde. Karadeniz´de dalgaların sesine karışır nağmeler. Doğu´dan arazisi gibi engebeli sesler yükselir. Alçalıp durağanlaşır bir an, sonra zirveye tırmanır güçlü soluklarla. Göğe doğru yükselince nağmeler, gönlümüzden bir tebessüm ile ıslık çalıp göğü izleriz o an, sermestizdir mûsıkîden...
Ruha dokunan bir eldir müzik. Bazen sert, hoyrat bir vuruştur. Bazen yüreği okşayan bir eda ile dokunur. Hala gürültülerden sıyrılıp ruhumuzu rüzgârda sallanan bir bayrak gibi özgür bırakmak istediğimizde, sığınabileceğimiz bir mûsiki limanı bulabiliyoruz.
Bahtiyarız yine de...