Merdivenden Düşmek! (5)

Merdivenden Düşmek! (5)

Merdivenden Düşmek! (5)

Merdivenden Düşmek! (5)

Merdivenden Düşmek! (5)
13 Nisan 2010 - 09:20




Sonra, yine çileli, kaybetme korkusunun tavan yaptığı değil dakikalar, saniyelerin sayılı olduğu günleri ve haftaları yaşadık… Çapa’daki Kemik İliği Bankası Başkanı ve Uzmanları ile birlikte, Sağlık Bakanı Recep Akdağ’a ziyarette bulunduk. Bakan, Yasemin’in durumunu sürekli takip ettiğini ve bu konunun çözümü için, Ulusal Donör Kampanyası’nın başlatılmasını planladıklarını söylemişti. Projenin yürütme kurulunun başına da, Kemik İliği Bankası Başkanı Prof. Dr. Mahmut Çarin’in geçmesini istemişti. Bu harika bir gelişmeydi. O arada da, Yasemin’i aramamı ve kendisi ile görüştürmemi istemişti. Cep’ten aradım. Bakan Akdağ; “Yasemin! Nasılsın kızım? Ben, Sağlık Bakanı Recep Akdağ amcan” dedi. Yasemin, iyi olduğunu ve teşekkür ettiğini söyledikten sonra, Bakan Akdağ ile o odada bulunanların ömürleri boyunca unutamayacakları bir olay yaşandı:
Bakan Akdağ; “Yasemin! Şu anda, senin tedavi gördüğün hastanede, senin gibi kaç tane çocuğumuz tedavi görüyor?” dedi. Yasemin, o tarihi kelimeleri söyleyiverdi ardından da; “Bakan amca! Beni 10 dakika sonra yine arayabilir misiniz? Bizim burada sayımız sürekli azalıyor da! Size karşı yanlış bir sayı bildirmek istemem!” Bakan, elindeki telefonu düşürdü ve “Şuncacık bir çocuğun bize verdiği derse bakar mısınız?” dedi. Hepimiz, birdenbire dağılıp, gittik…
Yasemin, böyle daha bir sürü acılar, talihsizlikler, umutsuzluklar ve aniden gelip, yine aniden kaybolan umut kırıntıcıkları içerisinde, yeniden yendi Lösemi Hastalığını. “Kemik iliği nakli yapılmazsa, yaşamaz” ikazları ile yaşadı inadına. Kurban olduğum Allah, derdi verdiği gibi, dermanını da vermişti bize.
Siyaset Meydanı’nda, Ali Kırca ile birlikte 3.5 saatlik bir canlı yayında buluşmuştuk. Rahmetli Kazım Kanat ile yan yana oturuyorduk. Programın ilk konuşmasını, Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Daire Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer yapmıştı.
Tuncer; “Bugün ülkemizde, kanser artık Grip gibi oldu! Hastanelerimiz uygun. İlaç var. Devlet gereken desteği yapıyor” demişti. Tam o anda da, elimdeki bir tomar reçeteyi kaldırdım havaya! Ali Kırca; “Şenol, onlar ne ki?” dedi. “Bunlar da, hekimin yazdığı ama Türkiye’de bulunmadığı ve henüz Bakanlığın lisanslarını onaylamadıkları ama bizim almamız gerekli olan ilaçların reçeteleri! Tek bir reçete 21 bin lira! Bakın, arkalarında da “Türkiye’de yoktur ve kaçaktırlar” diye de eczacıların mühürleri var” dedim. Devamla da; “Ya sayın Daire Başkanım yanlışlıkla Avrupa’daki bir siyaset meydanına düştüler. Ya da ben yanlış ülkedeyim” deyince, araya acilen reklam girmek zorunda kalındı…
Türkiye’deki Kemik İliği Bankası’nın battığını, malzeme alımı için acilen sahip çıkılması gerektiğini söylerken, yine aynı daire başkanı araya girerek; “Sayın Kırca! Şenol beyi anlıyorum! Kızını kurtarmak istiyor. Ancak, biz her yıl ülkemizde, Yasemin gibi 30 kadar çocuğumuzu kaybediyoruz. Bu, biraz da hesap kitap işi! Yatırım işi. Bu işi çözmek için, 18 trilyonluk bir yatırım gerekli. Bu yatırımı yapabilmek için, bu kayıp sayısı az kalıyor!” dedi. Daha sözü bitmeden, daldım araya!; “Sayın hocam! Dünyada sadece bir tane Yasemin var ve o senin kızın! O zaman ne düşünürdün? Yine de kayıp sayısını az mı bulurdun?” deyince, ikinci zoraki reklam arası verildi…
* “Benim çocuk ölmesin”
Kemoterapi haricinde, durumları kötüye giden hastaların bünyelerinin güçlendirilmesi için bazı takviye ilaçlar gerekirdi. Adını unutmuşum. Öyle bir ilaç yazdı hoca. Reçeteyi elime tutuşturup; “En geç üç gün içinde kullanalım” dedi. Emirdir. Alıp reçeteyi, soluğu Çapa Hastanesi’nin karşısındaki ilk eczanede aldım. Reçeteyi verip; “Biraz acelemiz vardı da” dedim. Reçeteyi alan eczacı hanım, yüzüme bön bön bakıp; “Acemisiniz galiba? Çocuk yeni mi hastalandı?” diye sordu! Şaşırdım.
Yooo! Dedim. Açıkladı:
“Bu ilaçlar ABD de üretilip, piyasaya sunuluyor. Ama bizim Sağlık Bakanlığımızın lisans onayını vermesi ve eczanelere düşmeleri zaman alıyor. Hal böyle olunca da, bu ilaç kaçak oluyor ve devlet karşılamıyor. Bunu Türkiye’de satmak ta SUÇ oluyor” dedi.
Hoppalaaaa!
Tam sırtımı dönüp gidiyorum ki, aynı ses arkadan sesleniyor:
“Beyefendi! Yeni misiniz? diye bundan sordum işte! Yani, bu ilaç yok değil! Ama, malum kaçak geldiğinden bunun parası …. Lira. Asıl fiyatı ise aslında bunun 10 da biri kadar. Üstelikte, çok aranan bir ilaç olmadığından, çeşitli kanallarla getirtiliyor dışarıdan. Anlayacağınız gibi kaçak ve pahalı”
Durum anlaşılmıştı…
O zamanlar Kanal D ile çalışıyorum. Haber Merkezi’nden arkadaşlara anlattık durumu. Almanya’dan, bir irtibat bulundu. O arkadaş, işini gücünü bırakıp, bir eczaneye giderek, ilacı sordu. Eczacı; “Ağ sisteminde bu ilacı en yakın Hollanda Amsterdam’daki bir ecza deposunda görebiliyorum” demiş. Arkadaş, kendi arabasına atlayıp, Hollanda Amsterdam’daki o depoya giderek, o ilacı almak istemiş. Eczacı; “Burası manav mı? Ver oradan bir kutu KANSER İLACI denip, ilaç mı alınırmış?” diyor!
O arkadaş, neye bulaştığını anladığında iş işten geçmiş oluyor ama başlanmış bir kere! Önce, kanser ilacı yazabilecek bir TÜRK Hekim bulunuyor. Sonra, onun o ilacı yazabileceği bir TÜRK kanser hastası. Reçete yazılıp, ecza deposundan alınıyor ve sonra yeniden Almanya’ya geliniyor.
* Bitti mi dersiz?! Ne gezeeerrr!
O ilacın bir de Türkiye’ye ulaştırılma safahati var!
Sonuçta kaçak bir ilacı, zaman darlığından, uçakla başka bir ülkeye getireceksiniz!
Hostes ve pilotlara durum anlatılıyor. Risk büyük. İyilik uğruna meslekten olup, tutuklanmakta çabası. Tam da, ithal ilaçların kara borsaya düştüğü bir dönem sonuçta.
Bir yolcuya ilaç veriliyor ve İstanbul’a getiriliyor. Nükleer bir silah parçası karşılanır gibi, oradan karşılanılıp, teslim alınıyor. Aklımdayken, bu sefahatin parasal kısmını da, olaya başlamadan evvel banka havalesi yapıyorsunuz ki, çatlak oluşmasın!
İlaç hastaneye ulaştırılıyor. Yasemin’in yattığı bölüme girerken, oradaki asistan doktorun; “Babası! Buldunuz mu sahiden ilacı? Aferim Vallahi de! Bakın, buradaki çocukların hiç birisinin ailesi bulamadı çünkü.” deyince, orada bekleşen ve o ilacı bulamayan o çocukların babaları daldılar üzerime doğru! Neyin ne olduğunu anlamadan, elimdeki o içinde 5 adet hap bulunan kutuyu alma yarışması start alıverdi!
Onca zorlukla getirtmişim, verir miyim ilacımı? deyip, kurtardım ilacı! Koluma sarılan hasta babalarından birisinin, göğsüme yaslanıp ta; “Kardeş ya! Bizim paramız da, çevremiz de yoktu. … köyden geldik. Çobanım. O ilaçtan bir tek tanesini de bizim çocuğa ver ki, bizimki de en azıdan kendine gelsin. Ölene kadar kulun kölen olurum senin” dedi.
Yıkıldım…
Koptum.
Hani, ne şartlarla getirildiğini ve hiçte kolay olmadığını bilmesem, verirdim elbetteki. Ama Prof’ta diyordu ki; “Bir tek tableti eksik kullanılırsa, hiçbir işe yaramaz” ne benim içinden birkaç tane vermem onu kurtaracaktı. Ne de, bizim işimize yarayacaktı. Hiçbir şey söylemedim adamcağıza. Anlayacak durumda da değildi. Asistana teslim ettim o, içinde 5 tablet bulunan kutuyu ya, benim işim o an için bitmişti.
Artık, sıra yeni yeni reçeteleri beklemeye gelmişti…
* İlk reçete 21 Milyar lira …
Hastaneye yeni yatmışız. Olağanüstü bir telaş ve karantina durumu başlamış. Prof, benim yazdığım yazı dizinin yer tuttuğu kadar birkaç reçetelik ilacı yazmış kâğıtlara! Getirip, tutuşturdular elime! Yol yordam bilmiyorum. Travmanın doruğundayım da. “Bunları alıp, getirelim derhal” denildi. Öyle, eczaneye gidip, kafana göre de alamıyormuşsun meğer?
Önce, hastanenin eczanesine gidip, olmadığını herkesin bildiği ilaçların orada olmadığının onayını alıyorsunuz. Götürüp, baştabipliğe onaylatıyorsunuz. Çocuğun yattığı yer 9. kat. Asansör bekleseniz, saatler alacak! 9 kat arasındaki merdivenlerin sayısını ezberliyorsunuz çabucak! Merdivenden düşen birileri koşuyor yardımınıza! Yol yordam öğreniyorsunuz.
Soluk soluğa gittim eczaneye. Uzattım reçeteyi. Adamın suratı asıldı ve kızardı. “Abi, çocuk lösemi mi?” dedi. Neden diyemeden, anlattı; “Bunlar kanser ilaçları. YOK yani. İthal ilaç krizi var. TV’lerde her akşam anlattıkları kriz bu işte! Yani, hem bulamıyorsunuz. Bulsanız bile bunları devlet ödemiyor. Bunları, yurtdışından isteyebiliyoruz.” dedi. Hesap makinesini alıp bir de hesap yaptı; “21 milyar liraya kadar indirilebilinir ancak!” dedi.
Yuh yani!...
O anda, hangimiz parayı veya nereden bulabileceğimizi düşünebilirdik ki? Yakınlardan, çevreden, TEFECİDEN ve bir sürü yerden aradık. Bulduk ta. Kiminin kolundan bileziklerini sıyırdık. Sorgusuz, sualsiz. Sayısız ve tartısızca gelen bileziklerin geri dönüşleri halen yapılmamış ve halen de sorulmamıştır ne zaman dönecekleri (Allah razı olsun KIYMET abla)
Bitti mi dersiniz?
Ne gezeeerrr!
Sadece, ilk günün ilaçlarını, 4. günde, parasını denkleyip, nasıl temin edebildiğimi anlatabildim şu kadar yerde!
Biter mi hiç?!
Bulamayanların RUHLARI şad olsun
…..
* Neden kimse gelmiyor baba?!
Hastanede, yoğun bakım odasında, annesi ile birlikte yatıyor Yasemin. Odaya giriş-çıkışlar, görevli personel dışında yasak. Lösemi tedavi aldığını bilmiyor. Bu yoğun tedaviyi de, anlatmakta zorlanıyoruz. Ben, günlük olarak ilaç ve kan arıyorum. Kan grubumuz 0 Rh + o ayrı bir zorluk meselesi. Yiyecek, içecekleri ayarlıyorum. Kırklareli Bademlik Mahallesi’nde ev. Küçük kızı annemlere bırakmışız. O mahalleden yaz-kış, aşırı sıcak ve soğuklarda, kentin öteki ucundaki terminale yürüyorum. Elimde çantalar ve poşetler. Edirne’de, terminalde iniyorum. Fakülte dışında bırakıyor dolmuşlar. Aşağıdan hastaneye yürüyorum. Asansörlerde doluysa, yine 9 kat yukarıya merdiven sefası…
Okul hayatı bitmiş kızın. Cep telefonunu yasaklamışız! “Beyne zarar verirmiş” diyoruz çaktırmadan. Aslında, arkadaşlarının arayıp “Kanser tedavisi gördüğünü” söylemelerinden ve durumu öğrenmesinden korkmuşuz. Moral, ilaçlardan da önemli. Tek bir üzüntü veya psikolojik kriz, alıp götürecek kızımızı bizden. Soruyor; “Baba! Benim hiç dostum yokmuş! Ağlıyor! “Nereden anladın?” diyecek oluyorum. Sürdürüyor konuşmasını; “Bir arkadaşım bile ne geldi, ne de telefon ile aramadı”
İçeriye çok az kimsenin girebildiği odasının biraz ilerisinde, Fahri Kasapoğlu İlköğretim Okulu öğretmen ve öğrencileri, mahalleden arkadaşları, gazete ve TV’lerden tanıyıp, geçmiş olsun demek için gelenler, normal işleyişi bile engeller haldeler!
* Benim kadar kankası olan var mıdır acaba?!
Vücuttaki kirli kanının temizlenip, mikropların öldürülmesi için, kemoterapi veriliyor. Bir kerede toplam 47 tane hap alınıyor. Bu sadece birisi! Bu ilaçlar, mikroplu kan ile birlikte, sağlıklı kanı da öldürüyor. Kan düzeyi azılıyor sürekli. Trombosit, yani beyaz kan gerekiyor en çokta. Kan grubu 0 Rh + bulmak biraz sıkıntılı. İlanlar veriyor, anonslar yaptırıyoruz. Gelenler, nasıl kan vereceklerini görüp, koridorun kenarlarına çarparak kaçıyorlar oradan! Herkesten de kan alamıyoruz. Son 3 gün içinde antibiyotik alınmamış olunacak mesela. Damarları sağlam olacak! (Bir Vali Yardımcısı geldi kan vermeye. Oturdu koltuğa, denildi ki “Sayın Valim. Sizin damarlarınız, bizim alacağımız kanı karşılamaya yeterli değil!” adam kızgınlık ve mahcubiyet arası bir ifade ile kalkıp gitti oradan) Delikanlının biri geldi hastaneye. Kan verecekti. Önce tetkikleri yapıldı. Uygundu. Sonra, kan vereceği koltuk gösterildi. Sağ kolunuzdan alınan kan, makineye gidiyor. Normal kanınızdan, beyaz kan ayrılarak, beyaz kan torbaya konulup, kırmızı kan geriye size dönüyor. Kanın rahat gelebilmesi için bacaklarınız havada duruyor. O şekilde 1 saatten biraz aha fazla hareketsiz kalıyorsunuz. Konforunuz iyi ama! Karşınızda TV’nin açık. Kan verince de, meyve suları içmek gani gani… Sizden alınan kanı, ayrıca nükleer tıpta, mikrop kalmaması için ışınlıyorlar. Sonrada, hastaya veriliyor kan. Her gün ortalama bir şişe. Bir şişe beyaz kan için de, her gün ortalama 5 kişiden kan alınıyor. Alınan kanlar yeterli olmayınca da, mesela Kırklareli veya Lüleburgaz’da, Devlet Hastaneleri’ndeki kayıtlı 0 Grubu kana sahip kişilerin listesini alıyorsunuz. Onları arayıp, antibiyotik alıp, almadıklarını soruyor ve herhangi bir hastalıklarının olup olmadığını öğreniyorsunuz. Sonra, hepsinin uygun zamanını denk getirip, Edirne’ye, Fakülte’ye götürüyorsunuz. Aynı anda 5 kişi birden olacak ki, eksik kalmasın. Dolmuşla gidemeyeceğinize göre de, araç kiralıyorsunuz. Zor işâ€¦
Yasemin, “Baba! Her gün bana en az 5 kişi kan veriyor. Ne çok kankam oldu! Vampir gibiyim sanki!” deyip, durumdan teselli çıkarmaya çalışıyordu o aralar…
* Yıkıldığım an dı!
Yasemin, hastaneye yatalı 10 gün kadar olmuştu. Okulu, evin biraz ilerisindeydi. Komşular ve arkadaşları sürekli durumunu soruyorlardı. Birgün, sanırım okulun çıkış saatleri, yani 16.00 sularıydı. Kapının zili çaldı. Açtım; okuldan 5-6 kadar öğrenci duruyordu. Yasemin’i soracaklardır düşüncesiyle “Hayırdır çocuklar?” dedim. Aralarından birisi iki adım öne çıkarak; “Amca! Biz okuldan birinci sınıf öğrencileriyiz. Bizim sınıftaki öğrencilerle karar aldık. Bugünkü harçlıklarımızı harcamadık. Biriktirdik. Bu paraları da, Yasemin’e ilaç almanız için getirdik” dedi. Elindeki, küçük bir naylon poşeti bana uzattı. Ekledi; “Çok değil ama…” dedi. Poşette, demir ve küçük paralar vardı.
Beynimden kaynar kazanlarda kaynamış sular döküldü. Ağlayacak oldum, çocuklar yanlış anlamasın diye yapamadım. Saçlarını okşayıp, teşekkür ettim. İçeriye kendimi nasıl attığımı hala bilmiyorum. Poşetin içini açtım. 16 lira 25 kuruş vardı. O küçücük yüreklerden, ne büyük bir sevgi ve insanlık dersi yükseliyordu öyle. Sakladım. Hala o poşete bakar bakar ağlarım ve halime şükrederim! Sonuçta, ortada kurtarılmış bir hayat duruyordu…
* Arabasını satsaydı ya!
Günde en az iki kez Kırklareli-Edirne arasında gidip-geliyorum. Elimde poşetler ve bir sürü zıvır zıvır da işin cabası. Kan vermeye insanları götürmek gerekiyor sürekli de. Elde avuçta yok. Dedik ki, arabasız yürümeyecek bu iş. Düşük model bir araba aldık konu komşu desteğiyle. Aman Allah’ım! Almaz olaymışız! Keşke, o karda, çamurda veya sıcaklarda, o kadar yolu yürüseymişiz de, o arabayı almayaymışız!
Anında fısıltı gazetesi faaliyete geçti; “Hastanede çocuk ölüm döşeğinde. Araba almışlar! Sat arabayı da, biraz daha ilaç al!” yorumlar bu şekil olmuş! Sanki o arabayı alırken beş kuruşluk destekleri olmuş ta, hesabını soruyorlar! Kaldı ki, destekleri olsa dahi, işin nasıl yürüyüp, yürümediğini görmek üzere bilgileri olmuş! Bir tek gün, o yolları benimle birlikte yürü. Ondan sonra yine oturup konuşalım durumu. Ama her neyse…
* Kanal D’nin desteği!
Kanal D’deyim o aralar. Tuncay Özkan haber Yayın Yönetmeni. Dediler ki; “Çorbada tuzumuz olsun istedik. Yasemin’e destek amacı ile bir gece yapalım.” Peki dedik. Mydonosse Showland’de, ünlü sanatçıların katılımı ile gece yapıldı. 4 gün kadar da, Kanal D ekranından, alt yazı ile geçildi konserin yeri ve günü. Bir de basın toplantısı yapıldı Kanal D’de.
* Buraya kadar gayet güzel!
Sonra, konser günü gelip çattı. Salon bomboş! Harika bir organizasyon yapılmış. Kanal D, toplanan parayı, yardım için açılan kampanya hesabına devretti. 11 milyar 200 küsur liralık bilet satışı olmuş. Bundan, 6 milyar lirasını ses ve ışık düzeni için, 3 milyar 500 ünü de, salon kirası için kesmişler. Kalanını da, Valilikte’ki kampanyaya devir…
Gecenin amacı; Hastaneye biriken ve tedavinin kesilmesi an meselesi olan, 21 milyar liralık borç. Kalan miktar da, birkaç milyar lira ve devri yapılmış. Tuncay Özkan ile konuştuk: “Bu dökümü yayınlayalım da herkes bilsin. Ne gelmiş, gelen ne olmuş diye. Düşündü: “Yapamayız ki” dedi! Sebebini sordum: “Koskoca Kanal D’nin düzenlediği bir organizasyondan sonuç alınamadı” sonucunu nasıl açık edebilirim ki?” dedi. Öylece bırakıldı…
Aradan çok değil, 10 gün geçti-geçmedi. Yine fısıltı gazetesi faaliyete geçirilmiş: “500 milyar lira para toplanmış. Arabalar, evler alınmış. Saklanıyormuş ama sonradan ortaya çıkarılacakmış!”
Yazıklar olsun!
Yuh olsun!
“Allah, öyle gelecek milyarları, evi, arabayı, sizin başınıza da versin de, anlayın bizim çektiklerimizi” diyemedim!
Kimseye vermesindi Allah.
Kimse çekmesindi bu acıları.
Değmezdi…
* N’olursun kapı önüne çıkayım!
Yoğun bakımdan yeni çıkılmış. 56 kilo girilen odada, ağır tedaviden ve moralsizlikten dolayı 36 kiloya inilmiş. İçeri giriş yok ama yandaki odanın camından içeri bakıyorum. O güçsüz elleri ile gülümsüyor ve güçlükle el sallıyor. İçime kan oturmuş. “Nasıl olacak ta, kemi ve iskelete dönmüş bu insan, yeniden insan haline gelecek Allah’ım” diyecek oluyorum kendi kendime. Yutkunuyorum! Yoktan var eden o Yüce Allah, elbette ki yeniden eski haline getirecekti yavrumuzu.
Koridora çıkıyorum. Biraz dinleneyim istiyorum. Eşim geliyor yanıma:”Yasemin, çok bunalmış içeride. Tekerlekli sandalye ile sadece koridora kadar ve 3 dakika olsun çıkmak istiyor. Doktora söyledim, olmaz dedi kestirip attı hemence. Sen de bir konuşsan…”
Gidip ilgili doktor hanımı buluyorum:”Doktor hanım! Prof, en önemli şey moral diyorlar. Maskemizi takıp, 3 dakika olsun, kapı önüne çıkarsaydık kızı…” daha sözümü bitiremeden tersliyor:”Olmaz dedim ya eşinize de! Ben bu sorumluluğu üzerime alamam. Sonra azar işitmeye niyetim de yok” diyor.
Öyle bir atıyor ki tepem, ağzıma geleni söylüyorum. Açıp cep telefonunu, hocayı arıyorum. Anlatıyorum durumu. “Olur, tabii ki. Hem de çok iyi olur. Dışarıyı görmek istemesi bile önemli bir ilerlemedir” diyor ve kendisi arayıp, izin veriyor DR. hanıma… O üç dakikalık kapı önüne çıkmak, dünyaların sahibi yapıyor kızcağızı…
* “Babişko bana morfin versinler…”
Hastaneden herhangi bir acil istek gelir diye, cep telefonunu kapatmıyorum ve duyamam endişesiyle de, son sesinde tutuyorum sürekli. Öyle bir geceydi. Telefonun çaldığını duyup, açtım hemence. Telefonun öteki yanında kızım var. Bağırıyor ve ağlıyor! İçime oturdu. “N’oldu kızım?” diyorum. Güç bela cevap veriyor; “Babişko! Söyle Emrah Bey’e, bana biraz daha morfin versinler! Çok acı çekiyorum. Dayanamıyorum bu acılara” diyor. Arıyorum cep telinden Dr Emrah’ı. “Abi” diyor; “Çok ağır doz alıyor zaten. Bunun bir süresi var. 8 saat içinde tekrar verirsek, bu kez ağrı kesicilere bağışıklık oluşur ve faydası kalmaz. O zaman ne yaparız? Sen söyle” diyor. Düşünüyorum. Adam da haklı. “Bari, ağrı kesici veriyor gibi, başka bir şey verin de, en azından psikolojik olarak rahatlasın” diyorum. Öyle yapılıyor…
* Hemşirenin yüz ifadesi, günün gidişatını belirliyor
Sabah, Prof’un hasta dolaşmasından evvel, ilaçlarını vermek ve tansiyon ölçmek üzere gelen hemşirelerin yüzüne bakıyordu önce. Hemşirenin suratı asık. Söylenen sözlere, azarlama ile cevaplar veriliyorsa, asıyordu suratını! “Babişko! Bunların suratları neden asık? Benim ne suçum var da, bana karşı suratsızlar? Neden daha fazla güleryüzlü ve anlayışlı olmuyorlar?” derdi. Burcu ve Gülben hemşirenin nöbeti olduğu günlerde ise, keyfi yerinde demek olurdu…
* Hemşire odasında doğum günü kutlaması
Mayısın ilk haftasıydı. Yılbaşını, yoğun tedaviden dolayı kutlayamamıştık. Aradan 5 ay geçmişti. Doğum gününü, hemşire odasında kutlayacaktık gece. Daha sakin olurdu. 12 bitip, 13’e adım atılıyordu. Pastamızı ve gazozumuzu alıp, oturduk odada. TV açıp, bir iki şarkı türkü de dinledik arada. O ne büyük bir mutluluktu Allah’ım! Yoğun bakımdan çıkılmış ve hemşire odasına, doğum günü kutlamaya bile gidilmişti. Görünen oydu ki, daha da birkaç doğum günü, hastanede, benzer ortamlarda kutlanacaktı. “Olsun du be!” Hayattaydı ya! Gülüyordu ya! Yaşıyordu ya! Gerisinin ne anlamı ve önemi olabilirdi ki?...
* Yasemin’in duası
Bora Gencer, TV haber programı yapıyordu. Yasemin’i duymuş ve bir gazeteci meslektaşın kızına destek amacı ile haber yapmak istemişti. Odaya, hatta koridora giriş dahi yasaktı. Yasemin, 9. kattaki odasının penceresine, anne yardımı ile getirilecek ve kameralar uzaktan el sallarken görüntü alacaklardı. Kurguyu böyle yapabilmiştik.

O aralar, Trakya TV’de, Haber Müdürlüğü yapıyordum. Bora, Yasemin’den de birkaç söz alabilsek, iyi olacaktı deyince, çantamdan çıkartıp, Yasemin’in UNESCO’ya ait bir karta karaladığı DUA’yı okuttum. Çekimini yaptılar ve programda da yansıttılar. Öyle büyük bir ilgi oluşmuştu ki, HABERCİLER adlı o programın, o bölümünün sadece 3 kez tekrarına şahit oldum.
Şöyle deniyordu; “Allah’ım! Biliyorum ki durumum iyi değil. Hem, belki de hayatım fazla uzun da sürmeyecek. Ancak, benim durumumda olup, ilaç bulamayan, tedavi göremeyen, ailelerinin imkânsızlıklarından dolayı hastaneye gelemeyen ve ilaç bulamayan çocuklar var. Ama ben çok daha şanslıyım! Babam gazeteci. İlaç buluyor. Para buluyor. Bir dediğimi iki etmiyor. Allah’ım, sana dua ediyorum ki, sen o imkânları olmayan hasta çocuklara da yardımını esirgeme…”
Sadece ben mi? Dinleyen ve izleyen herkes kopmuştu…
* Bana değil, hastaneye yardım
Yasemin ile ilgili NTV’de, 6 kez 35’er dakikalık canlı yayın programı yapılmıştı. Halen ATV’nin başında bulunan sevgili dostum Erdoğan Aktaş, o zamanlar NTV’de, canlı olarak sunduğu o haber programında, gündem ile ilgili yayınlar yapardı.
Yasemin’e, uygun kemik iliği donörü arıyorduk ve bulunamıyordu. Kemik İliği Bankası kapanmanın eşiğindeydi. Sorunlar yumak haline gelmişti. Bu yayını, Kocaeli’li bir iş adamı izlemiş ve bize ulaşmıştı. “Yasemin için ne yapabiliriz? deyince de, Yasemin’e durumu iletmiştik. Gelen cevap, önemli sonuçlar doğurmuştu:
“… Amca! Sen, eğer beni sevindirmek istiyorsan, burada benim durumumdaki 15 çocuğu da sevindirmelisin. Bizim servisimizin eksikleri var. Bunları temin edebilirsen, daha mutlu olurum”
Ardından, hastanenin o bölümünün idaresine ulaşan iş adamı, eksikler listesini almıştı. Birkaç gün sonra da, bir onarım ekibi, mutfak kısmını yeniledi. Her odaya birer TV, vantilatör, küçük ısıtıcı ve çocuklara da oyuncak türü hediyeler ulaştırılmıştı. Yasemin’in en önemli şartı ise; “Bunları benim yönlendirdiğim kesinlikle bilinmeyecek ve söylenmeyecek” teminatı olmuştu. Bölüm idaresi ve hemşireleri dışında da kimse bilmedi bu gelenlerin sebebini…
Sanırım, geçen seneydi. “Baba! Ben otobüse binip, Edirne’ye, benim tedavi gördüğüm bölümde yatan hasta çocuklara hediyeler götürmek istiyorum” dedi. Sevindim. Para verecek oldum. Kızdı! “Kendi paramla almalıyım babaaa!” dedi. Elbetteki de, yalnız başına gidilecekti.
Öylece de yapıldı…
* Ameliyat ipi bitince!?
Çoook yoğun bir tedaviydi. Hem serum, hem de kan veriliyordu kollarından. Kollarında artık giriş yapılabilecek damarı kalmamıştı. Çürük ve morluklar içindeydi. Parmaklarından serum verildiğini görüyor ve üzülüyordum. Göğsünden katater denilen bir cihaz takılırsa, daha rahat olur ve damarları zarar görmezmiş denilmişti. Katater de sarf malzemesiydi ve elbette ki devlet ödemiyordu. Gerekli ayarlamaları yapıp, ameliyata girişini izledik. Bir süre sonra da, baygın vaziyette, ameliyatı tamamlanmış olarak getirdiler odasına.
Kapıda bekliyorduk ki, beyaz önlüklü ve takım elbiseli iki kişi geldi! “Hasta yakını mısınız?” dedi bana. “Evet” deyince de; “Tam sizin hastanızın ameliyatı bitip, dikişi yapılacaktı ki, eyvah! Ameliyat ipi kalmamış! Sağolsun, bu arkadaşa GSM’sinden ulaştık. Ameliyat ipini, kendi aracı ile getirdi de, rahatladık.” dedi. “Allah razı olsun” dedim. Batım ki giden yok! Bu arkadaşın emeğini vermemiz lazım” dedi beyaz önlüklü olan. Nedir dedim. “125 lira yeterlidir” dedi. Üzerimde olmadığını söyleyince de, bir şekilde bulmamı, adama mahcup olmamamız gerektiğini üfledi kulağıma. Yandaki hasta yakını arkadaştan alıp, verdim…
Öyle ya; ölümle kalım arasında gidip gelen bir çocuğunuz var. Az evvel ameliyattan çıkmış. Sağlıklı düşünmeniz mümkün mü? Sağlıklı düşündüm sonra da. Ne ipmiş mübarek! Ya, o adamcağıza ulaşamasalardı da, mesela bizim kızın ameliyat bölgesi dikilemeseydi, ne yapardık? Değil mi yani?!”
Soluğu baştabiplik katında aldım. Hastane Müdürü’ne anlattım. Müdür; “Size de mi yaptılar? Bunu hep yapıyorlar ama bu kez canlarına okuyacağım” dedi. Aradan yaklaşık 2 saat kadar geçmişti ki, beyaz önlüklü şahıs gelip, aldıkları parayı iade edip, özür diledi. Kat hemşiresi durumu fark edince yanıma geldi; “Bunu yaparlar hep! Yerse yani!” bunlar aslında taşeron elemanıdırlar. Bu yolla hasta yakınlarını dolandırırlar. Sesini çıkaran olursa, size olduğu gibi iade ederler. Ama birçokları da işin aslını astarını bilmez. Böyle bir yangında kimin aklına gelir veya umurunda olur ki?” dedi.
* Bizim kızan ölmedi yav!
Edirne’nin köylerinden, gariban bir Roman arkadaşımız vardı. Oğlu, 6 yaşlarında filandı. Bizden kıdemliydiler lösemi tedavisinde. Durumu ağırmış. Umut ta verilmiyordu pek. Baktım, babası koridorda, bir kenara yaslanmış, ağlıyordu! Gidip, hatırını sordum. İçimi acıtan şu cümleler döküldü ağzından; “Bizim kızanın durumu kötü. Bekliyorduk zaten bu haberi de. Doktorlar çağırıp, konuştular benimle. Düzelmesi mümkün değilmiş. Götür de, köyünüzde, evinizde ölsün dediler. Burada daha huzurlu geçer son günleri ama biz yeşil kartlıyız. Devlet her şeyi karşılamıyor. Yanında kalması var. Gidip gelmesi ve dışarıdan ilaçları var. Bunlar hep para demek. 6 tane çocuk var bende aga! Öteki 5’ini de düşünmem lazım. Bunu burada tutup, harcayacağım parayı, ötekilerine mi harcasam? Bunun da ölürken barim rahat birkaç gün yaşaması lazım diyorum. Kafam karıştı iyice beyav!”
Kendime yetmeyen aklımı zorlayıp, çocuğundan tamamen umut kesilmişse, evine götürmesi gerektiğine dair, kendi fikrimi söyledim. En azından, aynı durumda olsam, ben öyle yapardım. Aldı çocuğunu ve çıkarttı eve…
Yaklaşık, 35 gün kadar sonraydı. Bizim oda komşumuz, yanında o en çok bir ay ömür biçilen çocuğu yanında, üstelikte yürür halde geldi servise! Hemşire:”Hayırdır! N’oldu? Neden geldiniz?” diye sorunca, bizimki, oradakileri dertlerinden uzaklaştırıp, bir nebze de güldüren şu sözleri söyleyiverdi:” Abe bizim kızan ölmeyi! Bekleyiz, bekleyiz tık yok! Aldım getirdim bakalım n’olcak bu işin sonu?”
Yeniden bazı tetkikler yapılmıştı. Hayret uyandıran gelişmeler oluyordu “kızan” da! Kan tahlillerinde önemli iyileşmeler vardı. Prof geldi ardından da:”Hemen yatıralım uygun bir odaya. Bunu anlamak zor iş! Bu çocuk hastalığı yenmeye kararlı!” dedi. Yatırıldı yan tarafa. Çok ta uzamadı ne yazık ki. 10 gün kadar sonraydı, serviste, “yavruuummm!” diye yankılanan çığlıkları duyduk! “Kızan” ölmüştü. Bu ani değişme ile umutlanan ana-babasının “Çingene yazı” mutluluğu, ne yazık ki ancak bu kadar sürebilmişti…
* “Baba, sen bir kitap yazsana”
Nadiren girebiliyordum kızın yanına. Bir aralar:”Baba! Sen bu yaşadıklarımızı kitap olarak yazsana. Hem, lösemi hastaları ve yakınlarının neler yaşadıklarını herkes bilir. Belki, faydası olur herkese” dedi. “Her şeyi tamamen mi yazalım?” dedim.”Evet” dedi. “O zaman, bizi Türkiye’deki hiçbir hastaneye kabul etmezler!” dedim. “O da doğru ya” dedi. “E, bazılarını yaz ve biraz da esnet istersen” deyince:”O zaman da bir şeye yaramaz” dedim. Gülüşmüştük. Yasemin’in hastaneye yatışından bir hafta kadar, gazetecilik mesleğinde yaşadığım anılarımı anlattığım bir kitabım yayına giriyordu. “Biz Kitapsızlar” dı adı da. O, kitapsızlar deyimi, kitap yayınlamamış bir gazeteci olunmaktan gelmeydi. Yoksa, öteki manada değildi! Hastalık çıkınca, vaz geçtik. Bir süre sonra da, Bir Demet Goncagül adı ile bir şiir kitabımı yayınladık. Şimdi, zaman bulabilir ve biraz daha üzerine düşebilirsem, bu yazı dizisini kitap haline getirmek istiyorum. Bakalım, hayırlısı artık…
Ben, bu yazımda daha fazla uzun uzadıya şeyleri yazıp, kimsenin moralini bozmak istemiyorum. Yasemin’i, Yüce Allah’ım bizlere bağışladı. Elbette ki, bu yaşananlardan da çıkarılması gereken dersler vardı! Gazeteciydim. Yolu yordamı biliyorum. Sahip bulunduğum çevre sayesinde, Yasemin’in tedavilerini takip ederken, o kadar çok hasta çocuk ve ailelerine de yardım ve desteklerimiz oldu ki, “Her şeyde bir hayır vardır” diyen, sevgili ve kadim dostum Elmas Cankurt ve Ailesine, önceleri bu sözlerinden dolayı “Bunun neresi hayır ki?” diye kızdığım, ama sonradan hak verdiğim çok günler yaşadık. Başka bir yazımda da, onca acılarla, umutsuzluklarla, imkansızlıklarla savaşırken, kimlerin neler söyledikleri, hangi dedikoduları yaydıkları, morale hasretken bile, moral bozucu şeylerin etrafta dolaştırıldığını anlatırım. Önceleri kızıp, savunmaya çalıştığım bu densizlere, artık neden aldırmadığımı ve gülüp geçtiğimi, o zaman geniş geniş izah ederim.
Gerçek hakim ve hakem olan Yüce Allah’a havale ettik her şeyi… Artık, bunlarla ilgili bize söz söylemekte, kızmak ta, üzülmekte haram sayılır. Allah, kimseye bu acı ve zor imtihanları yaşatmasın…
ÂMİN…