Ölü doğmuş çocuklar!

Ölü doğmuş çocuklar!

Ölü doğmuş çocuklar!

Ölü doğmuş çocuklar!

27 Temmuz 2015 - 10:05








Kurulu bir saat gibi ilerliyordu yaşam


Akrep ve Yelkovan’ın aksamadan birbirini takip etmesi gibi mekanik


Kurma düğmesi çevrilmişti bir kere zamanın. İsteseniz de durduramazsınız artık çok geç(!)


Sistemi kurulur, algı operasyonuyla yavaş yavaş kontrollü bi şekilde önce, kurallar, cezalar, sonsuz özgürlüklerle çark dönmeye başlar ve hizmet etmeye başladığınız düzen, çalışan, tüketen, itaat eden, sorgulamayan, düşünmeyen, törpülenen  “Tek Tip İnsan”ı yaratmış olur. Bu kalıba uymayan, sistemin dişlerinin arasında can çekişir... Amaç kontrol etmek(!) Üstelikte kontrol ettiğiniz bu insanlar yani “çağımızın köleleri”  kendilerine sıkılan “dünyanın en mutlu insanı” palavrasını yiyerek hayatlarını sürdürürler. İşte bu duruma gelmeden, şimdi direnmek zamanı…


Her sabah bisikletleriyle işe gidiyor bu insanlar


Her akşam bisikletleriyle işten dönüyor bu insanlar


Her akşam yemeğinden sonra kitap okuyarak, istediklerini yaparak zaman geçirebiliyorlar.


Yaşlandıklarında ne olacağım endişesi yok, cinsel özgürlükleri sınırsız, isteyen istediğinle evlenebiliyor, sevişebiliyor. Kadın –kadınla, erkek-erkekle ya da kim kiminle isterse…


%47’sinin ateist olduğunu söylüyor rehberimiz


Gelecek kaygısı yok 


İşsizlik kaygısı yok


Okuma kaygısı yok


Kadınları ortalama yaşı 87


Erkeklerin 82


Ağzını şapırdata- şapırdata anlatmaya devam ederken rehberimiz, dayanamıyorum


“Kocasından dayak yiyen kadın var mı?”


“Yok” 


“Kadın cinayetleri oranı kaç”


“Yok ki”


“Çocuk tacizleri oranı”


“Oda yok!” diyor rehberimiz gülümseyerek ve ekliyor


“ İnekleri bile özgür ve dayak yemez”. Alınmalı mıyım bu sözden diye düşünüyorum…


“O kadar yani”


“O kadar”


“Burada insanlar mutlu”


“Burada ki çocuklar dünyanın en mutlu çocukları”


“Vay be…”


“Peki, Ünlü Yazarı yada Şairi var mı?”


“Yok. Hümanist i var. Çok ünlü”


Neresi mi burası? Hollanda.


Evet, rehberin verdiği algıyla dolaşıyoruz Hollanda sokaklarını


Hayret duygumuzu saklayamıyor “vaaay be adamlara helal olsun” söylevlerimizden geri kalamadığımız gibi, hemen kendimizi de yargılamakta gecikmiyorduk. (bizde gene böyleyiz, biz gene şöyleyiz… Yuh bize yaaaaa, Adamlar yapmış…)


“Adamlar süper!”


Adamlar süperde, benim kafamda kocaman bir soru işaretiyle geziyorum Hollanda sokaklarını. Kafamdaki soru işareti bi bakmışım dilimde terennüme dönüşmüş, kimseye çaktırmadan oturuyorum Dam meydanında. Evet, biraz demlenmeliyim, bi sigara yakmanın zamanı geçmeden… Çantamdan sigarımı ve çakmağımı bulmaya çalışıyorum telaşla, sigaramın yakacakken biri duruyor karşımda. Oturduğum yerden ayaklarını göre biliyorum sadece. Bir bayan, belli ki yoksul biri, ayağındaki naylon siyah ipli ayakkabılar küçük parmağının yanından yırtık. Kafamı kaldırdığımda bir dilenci göreceğimi düşünürken, başımı kaldırdığımda gözleri pırıl pırıl parlayan bir bayan görüyorum. O eliyle çakmağımı işaret ederken, ben Arşimet edasında olmasa da Buldum… Buldum... Sorumun cevabını bulmanın telaşıyla çakmağı uzatırken,


“Gözlerinin içi gülüyor” 


“Evet, abla neden mi bi torunum oldu da ondan”


Evet, bi Türk. Bulgar asıllı bi Türk.


Eksik olan buydu işte; gözlerinin içi gülen insan.”


Konuşmamız sohbete dönüşüyor, ısrarla rehberden alamadığım cevapları o bana hızlıca veriyordu


“Evet, abla dünyanın en mutlu insanları bunlar ama nasıl mutlu? Ot içiyorlar, internet üzerinden kafaları güzelken formları dolduruyorlar. Sen bu bankları bir de gece yarısından sonra gör, evsizler işgal ediyor. Birde Hollanda’nın çingene mahallesine git… Birde Hollanda’yı bizlerden dinle… Birde git psikologlara sor. Yarısı tedavi görüyor, mutlu değil bu insanlar.”


“Her şeyleri var ama neden mutlu olmasınlar ki!”


“Senin bu gördüğün düzen var ya nasıl sağlanıyor biliyor musun?


“Nasıl”


“Para cezalarıyla. Burada para cezaları en kötü diktatörden bile acımasız seni disipline sokuyor.”


“İnekleri bile çok mutluymuş”


“Bunlarda işte abla sürü gibi”


Bu düzeni, bu hayatı yaşamak istiyorsan kuralına uyacaksın. Örneğin yanlış yere mi park etin cezası otomobilin üçte bir fiyatında… Hollanda da iki tip insan vardır, biri itaat eden çalışan her şeye sahip ‘mutlu ‘ama nasıl mutlu? Diğeri aşağılanan, istenmeyen, yok sayılan Hollanda’nın diğer yüzü. Sizin gördüğünüz sadece kendi insanları… Bak ayağımda ki ayakkabıma dört yerde bulaşık yıkıyorum evimin kirasını ödeyemiyorum. Annemde çalışıyor ancak geçiniyoruz. Kızım hamile kaldı hemen Bulgaristan’a yolladım. Yok, abla yok bur da yaşanmaz. ‘Kır dizini otur kızım’ dedim harcarlar burada…”


“Kızının ismi ne?”


“Alev”


Bu küçük ama yüreği kocaman kadın bir çırpıda anlattıklarıyla aslında bize ne çok şey anlatmış olmuyor mu sizce?


Uzun söze gerek var mı? Ya da ahkâm kesmeye… O tanımını yapmıştı zaten “sürü” Ünlü şairleri ya da yazarları olmaması bile anlatıyorken her şeyi… Ne diyordu Dostoyevski yıllar öncesinde


“Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, 


Her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, 


Sevmediği hayatı yaşayan, 


Sevmediği işi yapan, 


Sevmediği kişilerle yaşayan, 


Kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı ne bir sevgi, 


Ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, 


Her akşam evinin dört duvarı arasına sanki bir mezara girermiş gibi giren, 


Gecelerini bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yanındaki yabancı gövdeyle geçiren bütün ölü kentlerin, 


Ölü doğmuş çocukları!


Size bu ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır.


Bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir.” 


Uzun bir anlatım oldu di mi? Ama aslında çok daha fazla şeye değinmemiz gerekmez mi? Moda, eğitim sistemi, devletlerin memnuniyeti v.s  "Tek Tip İnsan"ı yaratma çabaları. "Hayat" tan bahsederken, kısa olmasını istemeyiz dimi?  En kötüsü de, farkında olmadan tek tip insan haline getiriliyor olmamız. Çok daha kötüsü de, bundan zevk alıyor olmamız...


Yüreğine güneş koy, yüreğine bulut koy, yüreğine yıldız koy(Şems) Gözlerinizdeki gülüşün kaybolmaması dileğiyle…