70 milyonumuz Şiir yazar, 70 tane Şairimiz yok

70 milyonumuz Şiir yazar, 70 tane Şairimiz yok

70 milyonumuz Şiir yazar, 70 tane Şairimiz yok

70 milyonumuz Şiir yazar, 70 tane Şairimiz yok

70 milyonumuz Şiir yazar, 70 tane Şairimiz yok
15 Şubat 2010 - 09:34


MİSAFİR KALEM


 


Görkem Evci
gorkem.evci@boun.edu.tr



"70 milyonumuz şiir yazar, 70 tane şairimiz yok." Yavuz Bülent Bakiler'in bir tespitiydi bu. Gerçekten de günün birinde eline kağıdı kalemi alıp ya da bilgisayarın başına oturup bir şeyler karalamamış insanımız yok gibidir neredeyse. Herkes şiir yazar bu ülkede. Okumaz ama yazar. Hatta iyi de yazdığını düşünür bazen. Şiir bilgisi, internette kişisel iletisine yazdığı cümlelerden ibaret olan birine bile 'sen şiir yazamazsın' diyemeyiz elbette ama alt alta yazılan her cümleye şiir, bunları yazana da şair denilemez pek tabi.
Devrik cümleleri sıralayınca, biraz da gözyaşı, ölüm, aşk koyunca bir yazıya şiir oluverir o birden! "Duygularını dökme" özgürlüğüne karışamıyoruz hiç kimsenin, karışmak da istemiyoruz zaten ama bu kadar da "döke saça" şiir yazılmaz ki! Dökmekten ziyade doldurmayı, toplamayı denesek daha iyi olur belki de.
70 milyonumuz şiir yazar, 70 tane şairimiz yok diye başladık söze. Bir haksızlığa yol açmamak, yanlış anlamaya sebep olmamak için "70 tane şairimiz yok"tan ziyade, 70 tane şair tanımayız da diyebiliriz. Bu topraklarda çok büyük şairlerin yetiştiğinden şüphemiz yok. Güçlü bir şiir geleneğimiz var. Gerek halkın içinden çıkmış, okuma yazma bile bilmeyen büyük saz şairlerimiz; gerekse Arap ve Fars edebiyatından alınan ama onlardan geri kalmayan ve hatta altın devrinde çok daha yetkin eserler veren divan şairlerimiz, şiir gibi ahenk dolu bu topraklara şiirin tohumunu öyle ektiler ki bugün nereye gitsek gölgesi üzerimizdedir bu çınarın.
Halk edebiyatından, divan edebiyatına; sanatı halkı eğitmek için araç olarak gören Tanzimatçılardan, dili olabildiğince zorlayan Servet-i Fünunculara; sanatı sanat için yapan Fecr-i Aticilerden, kafiyesiz ve ölçüsüz gündelik şiiri hayatımıza sokan Garipçiler'e kadar çok farklı devirler gördü edebiyatımız. Ama asla yozlaşmadı bugünkü kadar. Alt alta yazılan her yazıya şiir deme küstahlığına düşmedi. "Bilmem
gerekmez, ben nasıl yazarsam öyle olur" demedi hiç kimse. Çok eleştirilere maruz kalan, benim de haddim olmasan da ağır bir şekilde eleştirdiğim Garip akımını başlatan Orhan Veli'ye özenip serbest şiir adı altında kurulumu devrik, anlamı yıkık 'şeyler' okuduk. Mesele kafiye de değildi; maniden bozma, her mısraı 'doldurma' 'şeyleri' de aynı kategoride değerlendiriyorum. Serbest şiir yazmak için, genel manasıyla eskiyi yıkıp yeni bir şeyler söylemek için, eskiyi bilmek tartışmasız zorunludur. Orhan Veli şiir geleneğimizi çok iyi bilen bir şairdi. Bugün zor geldiği için serbest şiir yazanlardan değildi. Bırakın onun dönemindeki hece ölçüsünü, divan edebiyatını da, karşı çıktığı kalıpları da çok iyi biliyordu. Sadece o değil şu anda aklıma gelen Atilla İlhan da böyleydi mesela... Zaten bilinmeyen bir şeye nasıl karşı çıkılabilir ki?
En çok okunan gazetesi Posta olan bir ülkeden ve bu ülkenin insanlarından çok şey bekliyorum sanki. Adı geçen gazetenin tiraj uğruna şiir zevkimizi yerle bir eden bir sayfa yaptığına şahit oldum. Hem serbest şiirin hem de kafiyenin ne demek olmadığı konusunda harikulade örnekler bulunuyor bu 'dökme şiirler'de.
Yapraklar dökülüyor ağaçlardan
Sonbahar yine sensiz geldi
O uzun simsiyah saçlardan
Bana doğru esen yeldi
Bu şiiri, yazıyı yazarken 10 saniyede 'uydurdum'. Böyle bir saygısızlık yapmak istemezdim ancak bunu, bahsettiğim 'şeylerin' daha iyi anlaşılması için yaptım. Yaprak, ağaç, sonbahar, ayrılık, aşk yanyana gelince şiir oluveriyor demiştim ya işte örneği, hele bir de yukarıdaki gibi kafiyeli olursa... Kafiye olsun diye yanyana konulan kelimeler bu kadar mı göze batar?
Ne hasta bekler sabahı
Ne taze ölüyü mezar
Ne de şeytan bir günahı
Seni beklediğim kadar
Bir de böyle şiir yazmak var. Anlam ve ahenk... Zorlama değil gerçek. Güneşin altında söylenmemiş söz olduğunu bilerek, söylenenden çok, söyleyişi düşünerek...
Edebiyatımızdaki bu yozlaşma eğitim sistemimizin bir sorunudur aslında. İlköğretimde Türkçe, Ortaöğretim'de Dil ve Anlatım, Türk Dili ve Edebiyatı gibi dersler sanki öğrencileri Türkçe'den ve edebiyattan soğutmak için özellikle hazırlanmış gibidir. "Okuduğumuzu anlayalım" ile başlayan bu saçma anlayış, "şair/yazar, bu cümlede şöyle demek istemiş..." sözleri ile devam eder. Okuduğumuzu anlamak için metinde bize verilen cümleleri aynen söylemek yeterlidir. Ne anlayış ama! Bu sorular olsa olsa öğrencilerin geri zekalı olup olmadıklarını ölçmek için kullanılabilir. Şairin/yazarın bir cümlede ne anlatmak istediğine biz niye kelepçeler vururuz ki? Sanatçı sadece anlatır. Kendi istediğini anlatır. Anlamak ise bizim görevimizdir ve herkesin kendi dünyasında gerçekleşir. Bir "2. yeni" şiirini alıp 'şair burada şunu anlatmak istemiş' deyin de o zaman görelim sistemin engin yorum kabiliyetini. Bir şairin "derslerde aslında hiç anlatmadığım şeyleri anlattığımı söyleyerek açıklama yapanlara gülüyorum" anlamındaki sözünü hatırlarım böyle zamanlarda. "Sanat şahsî ve muhteremdir." Herkesçe aynı olan bir metin zaten sanat metni değil bilimsel bir yazı olabilir ancak.
İlköğretimden sonra "okuduğunu anlamak"tan kurtulan öğrenci bu kez de sıkıcı edebiyat derslerinde bulur kendini. Şairlerin en ücra köşelerdeki şiirleri alınır kitaplara. Çok değerli edebî şahsiyetlerin hayatlarından alınabilecek küçük örneklerle, edebiyatçıların birbirileri ile olan münakaşa ve mütalaaları ile herkesin ilgisini çekebilecek bir edebiyat dersi oluşturabilir aslında.Fast food kültürüne çok dalmadan, fazla da magazinsel davranmadan yapılacak bu edebiyat dersleri kuru ve ezber edebiyat bilgilerinden kat be kat yararlı olacaktır şüphesiz.
Çoğunluğu eğitimden kaynaklanan edebiyattaki bu yozlaşma ancak gerçek şiirler, romanlar, öyküler görüldükçe algılanabilir. Edebiyat tarihini bilmeden, gelenekten habersiz edebiyat yapmak, kedinin bakarak kasap olmasından da zordur. Çünkü kedi hiç olmazsa bakıyor... Elbette bilgi tek başına yeterli değildir. Mülahaza havasında geçen konuşmalarımızda sık dile getirildiği gibi bahsettiğim gelenek ve bilgiler bir çerçeve hükmündedir. İçindeki güzel tabloyu dolduracak olan ilhamdır, duygulardır, düşüncelerdir. Bahsettiğim bilgi akademik bir bilgi değildir, halk edebiyatında görülen usta-çırak ilişkisi ile elde edilen bilgiler de pek tabi bu bilgilere dahildir.
Edebiyatımız farklı siyasi ve sosyal dönemlerin etkisi ile çok farklılaşmış ve zenginleşmiştir. Bu zenginlikten habersiz olup kendi fakirliğinde polyannacılık oynayanlara da üzülüyorum. Edebiyatımız büyük bir hazine... Ancak biraz ilgi ve kesinlikle bilgi...